22 Ağustos 2008 Cuma

Ben yokken siz bunlarla idare edin biraz

Selamlar herkese...

Bir süredir "evde otururken naapıyosun? Sen de gel face e!" diye diye başımda et bırakmayan arkadaşlara uyup kendi profilimi açtım face de. Arayan bulur, daha fazla reklamımı yapmayayım.

Bir de ufak bir şiir ekledim face deki notlarıma. İlk defa kendimi bu kadar tatmin ettim yani. Şiir E. A. Poe'nun şaheserleri kadar değer taşımasa da onlara benzedi biraz. Sıkıcı bir ruh hali içindeyken yazmışım. Blogda da paylaşayım dedim. Bu arada tatil fotolarım yolda. Yakında hem face de hem de burada yayınlayacağım. İki şeyle nasıl uğraşacaksam artık...

PAIN(FUL) KILLER, a poesie from my gloomy mood

Welcome, my sweet death...
Have a rest and then I shall have an entry to an endless fight
For my life; yours will be fade...
Thine divine light will be my pain killer...
I'll stay in the dark for sometime
Till my injuries are healed; till the rubbies run into my body

I've suffered from your grief,
Lost my smile as you have no dare to smile
Now, at last thine light has been darkened with my sweet dreams,
The water-drop like sword came to help and shone in the dark...
As a result of this...
Soon, shapeless shades will give you pain!

You will too...
A dark red satin blossom, alone in the dark will be painful for you,
Hopefully, it'll be enough for your end,
Maybe the painful killer's got an end by this pain killer...

13 Ağustos 2008 Çarşamba

GERİ DÖNDÜÜÜM!!!...

Heyoooo!!!

Çok dolu ve harika bir yaz tatilinin ardından geçen Cumartesi İstanbul'a dönüş yaptım. Evimi özlemişim. Kaç gündür dışarıya adımımı atmadım. Bir de baktım ki ben pek bir evcimen olmuşum. :))) Evde çorba, kek yapıyorum, mutfağı düzenliyorum... Yaptıklarımın fotoğraflarını da çekiyorum; "Bunu bloğa koyarım." diye. Annem hafiften bozulmaya başladı sanırım. Gülerek de olsa ona rakip olduğumu söylüyor.

Sırt çantamda tek kullanımlık fotoğraf makinesi, içinde tatil fotolarımın negatifi, kartpostallar ve günlük olarak kullandığım defter... Yakında fotoğrafları tab ettirip bir scanner da bulabilirsem bilgisayara aktarırım fotolarımı, bloğa da koyarım artık.

Çok dolu bir tatil programım vardı. Dolu olmasının sebebi aslında bazı şeyleri önceden planlamadığıma bağlıyorum. Çünkü bu tatilde bir kaç şey öğrendim. Hayatının her safhasını planlayarak, hep bir sonraki gün için endişe ederek, bir sonraki adımı düşünürken bugünü yaşayamamak korkunç. Bana da öyle oldu. Üç yıl önce Yeditepe Üniversitesi'ne yeni başladığımda bana zamanın bu kadar çabuk geçeceğini söyleselerdi inanmazdım. Fakat şimdi dördüncü sınıf öğrencisiyim. İnsanlar artık bana daha farklı gözlerle bakıyor. Bu bir senenin ne kadar hızlı geçeceğini, en yakın dostlarımdan; ve hatta yakın olmasalar bile varlıklarıyla şu üç senemi güzelleştiren insanlardan ayrılacağımı düşündükçe; üniversite denen cennet mekandan uzaklaşacağımı hissettikçe içimden "HAYIIIIIIIIIIIIIRRRR!!" diye haykırmak geliyor. Nasıl yani?? Ben daha kendim bir öğrenci, bir çocukken nasıl herhangi bir okulda her biri otuz, kırk kişilik sınıflarda hiç tanımadığım; benim gibi insan yavrularına İngilizce dersi verebilirim ki???... Hoş, zaten işe ilk olarak İngilizce ile başlamak istemem. Hayatta İngilizce'ye gelene kadar bir varlığa öğretilecek çok şey var. En başında İNSAN olmak geliyor.

Hazır yeri gelmişkeeen... İnsanca bir söz vermiştim en son, boyadığım kutumun fotolarını yayınlayacaktım. İnsanca, sözümü tutayım. Eh, bir acemiye göre az da olsa takdir ettim kendimi. Buyrun işte fotolar.








Bu fotoğraf kutumun içini gösteriyor.






Burada da fuşya rengi boya ile açık pembe zemin üzerine birkaç fırça darbesi attım. Niyetim eskitme çalışması yapmaktı ilk önce. Ama bir türlü nasıl yapıldığını çözemedim; kendimce bir şey yaptım. Takıldım yani. :))

Her neyse...

Gelelim tatile... Bildiğiniz gibi 27sinde Mersin'e gittim. Oradan da teyzemlerle yine Mersin'in bir kazası olan Taşucu- Böke'ye... Havası, deniziyle nefis bir yer. Sakinliği, bakirliği ile büyük teyzemin Bodrum'daki yazlığının yirmi otuz yıl önceki haline benzettim burayı.


Orada iki buçuk hafta kaldık ve gittiğimiz ilk hafta plaj çok ıssızdı; adeta bize özel bir koy gibi. Mavi berrak su, sabahları çıkan dalga ile biz plajda otururken ayaklarımıza kadar geliyordu. Sanki su şehri, Atlantis gibi görünüyordu manzara biraz uzaktan bakınca. Üstü palmiye yapraklarıyla kaplanmış, çok büyük şemsiyeler ve tam altlarında, çıplak taşı, betonu kaplayan su...

Son haftanın ortalarında Mersin, Mezitli tarafına geri döndük. Orada da iki gün kaldım. Okuldan iki arkadaşımı gördüm, Mersinli olduklarını biliyordum.

Bu iki günün ardından da Alanya'ya gittim otobüsle. Orada da okuldan, çok sevdiğim bir arkadaşım var. Sağolsun, beni evinde misafir etti, yedirip içirdi, gezdirdi üç gün boyunca. Alanya cehennem ateşi gibi, sıcaktan kavrulduk. Her yer İngiliz, Alman ve Rus turist kaynıyordu. Orada Damlataş Mağarası'nı, İskele'yi gördüm. Şehir merkezinde gezdik. Arkadaşım benim yüzümden Antalya'ya daha geç gitti. Kalbi tertemiz, dost canlısı, dünya tatlısı arkadaşım... Yaptıklarınız için, en önemlisi beni evinizde misafir ettiğiniz için annene ve sana teşekkür ederim...

Alanya'da üç gün geçirdikten sonra her sene olduğu gibi Bodrum'a gittim. Benden önce giden annem, kardeşim Kerem ve küçük teyzem beni evde "Özgür kızımız!" diyerek karşıladılar. Evet, ilk defa yularımı koparıp tek başıma tatile çıktım. Ama Allah sonumu, komikaze.net e ve şu anda her türlü kötü anlamda kullanılan, bir zamanlar HazırKart'ın maskotu olan "özgür kız" a benzetmesin... Benim gibi, genç olup mınzır bir kardeşe sahip olanlar ne dediğimi iyi anlayacaklardır.

Bodrum'da dolu dolu iki hafta geçirdim. Her gün deniz ve güneş... En sonunda o kadar yandım ki kardeşim beni "Zenciiiiii" diye çağırıyordu. Bodrum barlarına akmadım geceleri. Zaten oldum olası bar eğlencelerini gürültülü, karmaşalı bulurum. Onun yerine akşamları serin balkonda bir kitap okumaya başladım. Evin bulunduğu, Bağla Koyu'nun tepeleri püfür püfür esiyordu. Alanya'da piştikten sonra burası çoook iyi geldi.

Tekne turuna katıldım. Meğer Bodrum'da görülecek ne çok yer varmış. Meteor Çukuru, Kara Ada ve sıcak su havuzu, çamuru, yine o civarlardaki Akvaryum... Bir hafta da babamlarla kaldık orada. Babamla beraber trekking bile yaptım. Son hedefimiz onunla Aspat'taki dağcık (benim için dağ) ve zirvesindeki Çıfıt Kalesi idi. Ancak trekkingde anladık ki sol ayağım henüz buna hazır değil.

Büyük teyzem ile kuzenim Bodrum'a beklenenden erken geldiler!!! Son iki gün boyunca, Bağla evi tekrar eski günlerine döndü. Herkesin ağzından ayrı laf çıkıyor, kimse kimseyi duymuyor, ya da herkes bireysel takılıyor, topluca denize gidiliyor vs. vs... Kısaca, evde bir karmaşa hüküm sürüyordu. Fakat ben bundan memnundum; sevdiklerim yanımdaydı.

Cumartesi günü İstanbul'a döndük, çekirdek aile olarak. Teyzemler daha Bodrum'dalar. Çok güzel, dolu dolu bir yaz geçirdim. Pek çok deneyimim oldu. En başında, babamla trekking... Bununla beraber, değişik yerler gördüm. İnsanın kendi kendine kalması güzel bir şey aslında. Bazı konuları düşünecek vakte ve zihne sahip oldum. Artık o konulara farklı gözlerle bakıyorum.

Evet, belki dünyayı içine düştüğü savaşlar, patlamalardan kurtaramadım. Haberleri izlerken insanların mutsuzluğuna şahit oldum. İstanbul'a döndüğümde öğrendim ki Rusya ve Gürcistan arasında savaş çıkmış, Türkiye arada kalmış... Memleket yangın yeri... Antalya'da Türkiye'nin ciğereleri yanmış... Ben ise oturmuş size mutlu tatilimden bahsediyorum. Ben de isterdim sihirli değneğim olsun, tüm bu kaostan çıkartayım ülkemizi. Ama yok ki... Yaşanılanları unutmamayı, ders almayı; fakat yarına körü körüne yapışmamayı öğrendim. Biraz içinde bulunduğu anın tadını çıkarmalı insan. Çünkü artık yürürken bile belediyenin kazıp öylece bıraktığı yolda düşüp beyin sarsıntısından ölebiliyor insan. İnsan... Aslında tüm bu kaosun sebebi. Uzun yazdım, biliyorum. Fakat içimde biriktirdiklerimi yazdım. Rahatladım...

NOT: Tatil fotoğraflarını bir atraksiyon yapıp yayınlayacağım yakında. Öyle kuru kuru postlara yazıp yayınlamak yoook!!